Anadolu’nun küçük şehirlerinde merkezi bir cadde olur ve adı ne olursa olsun oradan “mecburiyet caddesi” diye bahsedilir. Bir ucundan yürümeye başlayınca sağlı sollu dükkanlar dizilidir ve siz orada aradığınız ya da o şehirde bulabileceğiniz her şeyi bulursunuz. Ve mutlaka tanıdık birileriyle karşılaşırsınız. Caddenin sonunda, şehrin tam ortasında da genellikle bir meydan, kavşak ya da park olur, orada saatlerce oturup çay, çekirdek ikilisiyle geleni geçeni izlersiniz. Bankların, duvarların, ağaçların etrafı çekirdek kabuğuyla dolar.
Bir gün sonra veya on gün sonra yine aynı şeylerin tekrar edeceğini bile bile mecburiyet caddesini adımlarsınız. Çünkü mecbursunuz. Çünkü o şehir size bundan daha fazlasını sunmuyor. Önünüzde iki seçenek olur genelde: Ya bu mecburiyeti bir memnuniyet hikayesine çevirip, onunla yetineceksiniz ya da yoldan çıkacaksınız.
Benim çocukluğumun geçtiği şehirde böyleydi en azından.
O mecburiyet döngüsünden kurtulmanın yani yoldan çıkmanın bir yolu vardı yine de: Üniversiteyi kazanıp, başka bir şehre gitmek. Bunu yapabilenler tatillerde şehre döndüklerinde o mecburiyet caddesinde sıkılırlar, çok vakit geçiremezlerdi. Şayet gittikleri başka şehirde de kendilerini oranın mecburiyet caddesine mahkum etmedilerse… Bazen mesafelerin ve iklim değişikliklerinin insanda hiçbir şeyi değiştirmeye gücü yetmiyordu. Değişmek istemeyen bir insan karşısında şehirler de çaresiz kalırdı.
Şimdi aradan neredeyse yirmi beş yıl geçmiş ve bazen kendimi bizim şehrin mecburiyet caddesinin sonundaki mahkumiyet parkında çekirdek yemekten yorulmuş bir halde otururken buluyorum. Dudaklarım tuzdan yanıyor ama bırakamıyorum çekirdeği elimden. Yerimden kalkacak takatim yok. Başladığım cümlede yükleme ulaşamadan vazgeçiyorum konuşmaktan. Üzerime sinmiş bir heves öldüren koku var, parfümler çaresiz.
Çok şehir gördüm, çok yol gittim, çok taşındım. Hatta ülke değiştirdim kaç defa ama ana dilimde yazılmış haberler, hikayeler, kitaplar okuyunca darmadağın oluyor zihin düzenim. Göğsümün üstünde bir kaldırım taşı var, üstüne basıp geçiyor binlerce ayak. Daralıyorum.
Uzaklardan bakınca gördüğüm manzara şu:
Ülkem tek başına bir mecburiyet caddesine dönmüş. Kendimizi mecbur olduğumuza inandığımız, inandırıldığımız, o kaldırımlarda bir ileri bir geri giderken buluyoruz. Aynı sesler, aynı yüzler, aynı vitrinler… Birbirimize çarpıp duruyoruz, kavgaya tutuşuyoruz. Selamlaşmıyoruz, gülümsemiyoruz. Bizim hakkımız olan kaldırım taşına basıyorlar diye aynı mecburiyete mahkum olduğumuz insanlara husumet besliyoruz.
Bir fark var sadece.
Yürüdüğümüz mecburiyet caddesindeki bütün dükkanlar tek bir tefeciye ait olmuş artık. O, kalabalığın o kaldırımlara mahkum olmasından çok memnun. Kavga çıkarsa yara bandı satıyor, pansumandan para kazanıyor. Kavgayı da o çıkarıyor çoğu zaman. Düğün olursa; gelinlik, damatlık, düğün salonu, gelin çiçeği ondan. Herkesten çok o oynuyor düğünlerde, yemeklerin dibini o sıyırıyor. Piste atılan paraları o topluyor. Çöpçatanlığı da o yapıyor elbette. Çok çocuk doğsun istiyor. Doğumlarla, doğum günleriyle hususiyle ilgileniyor. Cenazelerden hoşlanıyor en çok da… Mezar taşından pamuğa kadar her şeyi o satıyor acılı ailelere. Ölen ateist bile olsa gidip Kuran okuyor ücretine mukabil. Ölümlerden de sorumlu tabii ki.
Husumetler, aşklar, kavgalar, nefretler, yas yerleri, halaylar, atılan göbekler, dökülen gözyaşları… Tefeciye kazandırıyor daima. Yürüdüğümüz kaldırımlar onun deposunda elektrik üreten bir koşu bandı gibi. Biz böyle yaşadıkça, o kazanıyor.
Bu mecburiyet caddesinden bir çıkış yolu bulmak mecburiyetindeyiz. Belki bu labirentin içinde ölüp gitmeyeceğiz ama böyle de yaşanmaz ki!
Şehri terk etmek çözüm değil. Şehir bizim şehrimiz. Göçüp gitsek bile döneceğimiz yer orası, toprağımız, yurdumuz. Önce kafamızdaki duvarları, sonra etrafımızdaki surları yıkmak zorundayız. Dükkanları asıl sahiplerine iade etmeli, kaldırımlardaki oynak taşları sağlamlaştırmalıyız. Yine o caddelerde yürüyelim elbette; zira caddeler de bizim ama başka ihtimallerimiz de olsun. Yine çekirdek çitleyelim elbette ama kabuklarını çöp kutusuna atarak.
Bir şehrimiz olsun, yollarında özgürce yürüdüğümüz.